I.
Bulut'tu adı. masmavi koca iki İznik çanak
gibi bakan gözlerine çok uyan bir isimdi bu.
Priştine'de ayakkabıcı İsmail efendinin yedi
çocuğundan dördüncüsü olarak ve bu gerçeği
zerre kadar bilmeden, ebe Latife kadının
her sene mi doğuracak bu karı diye biraz da öfkeyle
anasının bacaklarının arasından çekip çıkartarak
dünyaya getirdiği, silik, sümüklü, ağlak
bir kız olarak doğmuş.
adı Bulut olsun demiş Latife kadın bebeğin
yüzünde iki büyük mavi leke gibi duran gözlerine
bakarak..
hep dayak yemiş abilerinden. gözünün yaşı hiç
dinmezmiş dayaktan. sebep, ya elbisesini arka
bahçelerden vişne ya da mürdüm aşırırken
lekelemesi ya da hınzırlık yapan mahalleli
oğlanlara dantelli donunu göstermesi olurmuş.
Oğlanlar sopanın ucuyla eteğini kaldırıp donunu
kıkırdayarak incelerken, abilerinden biri elinde
koca bi taşla koşarak gelir,
oğlanları ana avrat söverek kovalar,
buna da okkalı bir tokat yapıştırırmış.
bir de üstüne evde annesinden ikinci posta dayak
yermiş abisi gammazlayınca.
gene ağlarmış, pısarmış, ama hiç sesi çıkmazmış
ordan oraya savrulurken, sadece bakarmış
kocaman mavileriyle.. usulca gider avludaki büyük
tahta masanın altınasaklanırmış ikindiye kadar.
saat beş olunca babası elinde yarı dolu bir
fileyle çıkagelir, Bulutu saklandığı yerden çıkarır, ,
tulumbanın suyuyla tuzlu gözyaşı ve tozdan yol
yol olmuş yanaklarını yıkar sofraya oturturmuş.
bir babası varmış onu dövmeyen o evde.
yemek yerken gözgöze gelirlermiş
bazen.. bir tek ona gülümsermiş Bulut..
Onüçüne ayak bastığı sene baharda bir gün
aniden bir şey süzülmüş bacaklarından aşağı ılık
ılık.. korkusundan deliye dönerek komşu Yula ablaya
koşmuş. abla almış bunu içeri, su ısıtıp balinden
aşağısını yıkamış bir güzel, temiz don giydirmiş, apış
arasına da çarşaftan bozma kaynaya kaynaya delik
deşik olmuş bir bez koymuş. Bulut biraz kasıklarının
ağrısından biraz da korkuyla karışık mide bulantısıyla
ilk cinsel bilgilerini almış Yula abladan. Ne demekmiş
apışarasından kan gelmesi, gelince ne yapmak
lazımmış, artık büyümüşmüş, kadın olmuşmuş, zar
varmış orasında, her ay kan akacakmış o zarın
deliğinden, delik küçükmüş ama evlenince
kocasıyla yatacakmış o zaman büyüyecekmiş
o delik, o zaman
karnı hiç ağrımayacakmış.....
Yula anlattıkça midesi daha çok bulanıyor,
başı fırıl fırıl dönüyor, gözlerinin önü simsiyah
oluyormuş. Zor kaçmış ordan eve, hemen kendini
masanın altına atmış ama sığmıyormuş oraya
artık hem kızıyormuş annesi gene
üstün kirleniyor diye, geri çıkmış doğruca
hamama girmiş soğuk suyu açmış bakraç
dolunca buz gibi suyla orasını yıkamış, yıkamış ....
Gece çok ateşlenmiş Bulut...ne yaptılarsa
düşürememişler ateşini. Sabaha karşı şoför Cano’yu
getirmiş babası. Battaniyenin arasında arka
koltuğa yerleştirmişler Bulut’u doğru
hastaneye götürmüşler.
Doktor muayene etmiş, sırtını göğsünü dinlemiş, buz
gibi elleriyle yeni kabaran memelerine dokunmuş
Bulutun, ağzını açıp boğazına bakmış o zaman görmüş
Bulut gencecik doktorun bal gözlerini, incecik
bıyıklarını, gamzeli çenesini... ateşten zor
açabildiği kocaman mavi gözleriyle o an orda
sevmiş onu...
zatürre demiş doktor, hemen hastaneye
yatırmışlar.
Deliye dönmüş Bulut sevinçten. Daha çok
görebilecekmiş doktoru, bal gözlerini,
gülümseyen dudaklarını.... babası her
akşam dükkanı kapatır,
elinde ya meyve ya da taze çiçeklerle gelirmiş
odasına. O gelince doktor da gelir,
Bulutun sağlık durumundan konuşurlar,
babası biraz da devletin
kızına bakacak olmasından dolayı ezilerek
dükkanını ve işlerin eskisi kadar iyi gitmediğini
anlatır, genç doktor da babasının sırtını
sıvazlarmış babacan bir
tavırla, üzülerek... daha bir sevmiş Bulut doktoru
her geçen gün... daha bir alışmış.
Vaktini az geçirse, gelmese, geceliğiyle
yataktan kalkıp kapılarda bekler olmuş.
İlk defa çarpmış yüreği böylesine,
ilk defa utanmış oğlanlara donunu gösterdiği
çocukluk günlerinden.
günler geçmiş taburcu olma günü gelmiş.
gene ağlamaklı, gene buruk veda
etmiş doktoruna babasının kolunda.
otobüs durağına giderlerken Priştine'nin
tozlu ana caddesindeki tek şapkacı dükkanının
vitrininde görmüş onu : pirinç kısa bir kaidenin
tam ortasına konmuş, küçük bir yuva biçiminde,
üzerinde tüylerden küçük bir kuş bulunan kadife
bir şapka.. gözlerini şapkadan alamadan
az yürümüş babasıyla, dayanamamış geri
dönüp dayamış ellerini vitrine. işte orda,
ona bakıyormuş ışıl ışıl.. bir de fiyatına
bakmış korka korka.. ümitsizlikle içi
burulmuş Bulutun.. babası bekliyormuş yanına
koşmuş dönmüşler eve.
ama ne doktor ne de kuşlu şapka bir an olsun
çıkmamış bir daha Bulutun aklından. rüyalarında
görür olmuş.. başında kuşlu şapka şehre iniyor,
doğruca hastaneye gidiyor, doktor kapıda bekliyor,
koşup belinden sarılıyor Bulutun, havalara kaldırıp
çeviriyor eteklerini uçuşturarak,mutlulukla
yürüyorlar kolkola tozlu caddede, kayboluyorlar...
aynı rüyayı her gece görüyormuş bulut. gece
erkenden mutluluk ve umutla
yatağa giriyor, rüyasını görüyor ama sonra
kan ter içinde ağlaya ağlaya
uyanıyormuş her defasında. iyice içine kapanmış
yemez içmez olmuş. para bulmalıymış,
parası çok parası olmalıymış, o şapkayı almalıymış
alıp takmalıymış dayanmalıymış doktorun
kapısına.. para.. para ...
beyni uğulduyormuş düşündükçe.
dayanamamış bir sabah, erkenden kalkıp giyinmiş,
kilometrelerce yolu yürüyerek daha dükkanlar
açılmadan gelmiş şapkacı dükkanının kapısına.
işte ordaymış... kuşlu şapka ... onun kuşlu şapkası...
orda ne kadar durduğunu kimse bilmiyor.
kendine geldiğinde yağlı suratlı
babası yaşında şişman bir adamı kendine
bakarken görmüş Bulut..
adam iştah ve merakla Bulutu süzüyor,
boyasız kundurasına, çiçekli basma entarisine,
mavi kurdeleli kumral saçlarına bakıyormuş...
arada bir de baktığı yöne.. kuşlu şapkaya.
duramamış, yanına yanaşmış.
- Alayım mı o şapkayı sana... çok mu sevdin ?
ses çıkaramamış Bulut. sadece yutkunmuş.
babasına benzetmiş adamın sesini bir an.
adam dükkana girmiş bir iki dakika sonra da
elinde kocaman bir kutuyla dışarı çıkmış.
Bulut heyecandan titreyen elleriyle kutuyu
koparırcasına açmış.. işte avuçlarındaymış
kuşlu şapka. özenle takmış mavi
kurdeleli başına vitrinin camındaki hayaline
bakarak. mutluluktan uçarak dönmüş adama
sarılmış sevinç ve minnetle. gitmek, bir an
önce doktora koşmak,şapkasını göstermek,
koluna girip caddelerde dolaşmak istemiş
gururla.. adam elinden tutup çekmiş Bulutu
yandaki otelin kapısına.
- Gel ... sonra gidersin gideceğin yere.
Bulut mutluluktan başı dönerek girmiş otelin loş
kapısından içeri.
Nemli loşlukta kaybolmuş şapkanın parlak tüyleri...
II.
kırmızı suni deri eteğini sıyırarak tuvalete daldı Hicran...
ya da yeni sermaye adıyla Nergis..
iğreniyordu şu adamlardan. nerden düşmüştü
buralara. ne çok sevmişti Kadiri. ne ümitleri vardı.
evleneceklerdi, çocukları olacaktı, sobayı yakacaktı
Kadir o daha uyurken, kalkıp çay koyacaktı
beraber kahvaltı edeceklerdi. sonra Kadir işe gidip
akşam geri dönecek, onu alıp sahildeki çay bahçesine
götürecek, limonatalar dondurmalar alacaktı.
geç vakit eve dönecek, gene soyunup yatacak,
gene sevişeceklerdi. ne umutlarla gelmişlerdi
köyden Istanbul'a. ama olmadı.
Kadir iş bulamadı, her gece dövdü onu hıncından,
ağzını burnunu kırdı, ağladı her seferinde
kucağına kapanarak affet seviyorum diye..
ama olmadı. içkiye alıştı parasızlıktan,
boşluktan sonra da esrar çekmeye başladı.
para bulmak için de ağlamaktan gebere gebere
Hicranı sattı sonunda kerhaneye.
işte şimdi günde onbeş yirmi adamla yatıyordu
Kadirim kocam diye diye.. adamlar soruyordu
Kadir kim kızım benim adım Kadir değil nerden
çıkardın, boşver abi diyordu sen iş tutmana bak..
iş tutuyordu Hicran, para kazanacaktı, çok parası
olacaktı, gidip Kadirin suratına firlatacaktı paraları,
al, al bunun yüzünden sattın beni diye...
musluktan akan suyla yıkadı orasını dantelli
donunu düzeltti, burnunu çekerek çıktı duvarları
yosun tutmuş heladan.
o zaman farketti onu. hep görüyordu tuvaletin
kapısında kara bir karaltı gibi ama ne bir kere
konuşmuş ne de yüzüne bakmıştı daha.
önüne parayı
bırakırken kadının koskocaman ıslak mavi gözlerini,
bembeyaz saçlarına dolanmış rengi soluk mavi
kurdeleyi gördü, başındaki ağarmaktan
yeşilimtrak bir renk almış garip tüylü şapkaya
merakla baktı. hep böyle bir şapkası olsun istemişti
köydeyken. boyalı dergilerdeki kadınların
başlarında vardı böyle şapkalar. süslü zengin
kadınların. bir zamanlar kimbilir ne muhteşem bir
şapkaydı diye düşündü imrenerek. yutkundu.
bembeyaz saçlı tuvaletçi kadın oturduğu yerden
kalktı ağır ağır. Hicranın/Nergisin karşısında dikildi.
gözgöze bakıştılar iki kadın sessizce birkaç saniye...
sonra başındaki rengi bozarmış şapkayı sanki kırılgan
bir nesne tutuyormuşcasına özenle başından
alarak Hicranın başına koydu Bulut. bir damla tuzlu
gözyaşı döküldü buruşmuş yanağından, gülümseyen
gözleriyle hayran hayran baktı gencecik sermayeye.
- Git ... dedi. Kadirini bul. Size yazık olmasın.
ellerine sarıldı Hicran kadının. minnetle öptü
çamaşır suyu ve sidik kokan titreyen ellerini.
o gece Bulutun cenazesi yüzünde solgun bir
gülümsemeyle öldüğü tuvalet kapısından kaldırılırken
kimse damdan dama atlayarak kerhaneden kaçan
kuşlu şapkalı sermayeyle ilgilenmedi.
Mercan Dilek Anıl
09.09.2001