5 Ekim 2010 Salı

Kuşlu Şapka


 
I. 
 
Bulut'tu adı. masmavi koca iki İznik çanak 
gibi bakan gözlerine çok uyan bir isimdi bu. 
Priştine'de ayakkabıcı İsmail efendinin yedi 
çocuğundan dördüncüsü olarak ve bu gerçeği 
zerre kadar bilmeden, ebe Latife kadının 
her sene mi doğuracak bu karı diye biraz da öfkeyle 
anasının bacaklarının arasından çekip çıkartarak 
dünyaya getirdiği, silik, sümüklü, ağlak 
bir kız olarak doğmuş. 
adı Bulut olsun demiş Latife kadın bebeğin 
yüzünde iki büyük  mavi leke gibi duran gözlerine 
bakarak.. 
 
hep dayak yemiş abilerinden. gözünün yaşı hiç 
dinmezmiş dayaktan. sebep, ya elbisesini arka 
bahçelerden vişne ya da mürdüm aşırırken 
lekelemesi ya da  hınzırlık yapan mahalleli 
oğlanlara dantelli donunu göstermesi olurmuş.  
Oğlanlar sopanın ucuyla eteğini kaldırıp donunu 
kıkırdayarak incelerken, abilerinden biri elinde 
koca bi taşla koşarak gelir, 
oğlanları ana avrat söverek kovalar, 
buna da okkalı bir tokat yapıştırırmış. 
bir de üstüne evde annesinden ikinci posta dayak 
yermiş abisi gammazlayınca. 
gene ağlarmış, pısarmış, ama hiç sesi çıkmazmış 
ordan oraya savrulurken, sadece bakarmış  
kocaman mavileriyle.. usulca gider avludaki büyük 
tahta masanın altınasaklanırmış ikindiye kadar. 
saat beş olunca babası elinde yarı dolu bir  
fileyle çıkagelir, Bulutu saklandığı yerden çıkarır, ,
tulumbanın suyuyla tuzlu gözyaşı ve tozdan yol 
yol olmuş yanaklarını yıkar sofraya oturturmuş.  
bir babası varmış onu dövmeyen o evde. 
yemek yerken gözgöze gelirlermiş  
bazen.. bir tek ona gülümsermiş Bulut.. 
 
Onüçüne ayak bastığı sene baharda bir gün 
aniden bir şey süzülmüş bacaklarından aşağı ılık 
ılık.. korkusundan deliye dönerek komşu Yula ablaya 
koşmuş. abla almış bunu içeri, su ısıtıp balinden 
aşağısını yıkamış bir güzel, temiz don giydirmiş, apış 
arasına da çarşaftan bozma kaynaya kaynaya delik 
deşik olmuş bir bez koymuş. Bulut biraz kasıklarının 
ağrısından biraz da korkuyla karışık mide bulantısıyla 
ilk cinsel bilgilerini almış Yula abladan. Ne demekmiş 
apışarasından kan gelmesi, gelince ne yapmak 
lazımmış, artık büyümüşmüş, kadın olmuşmuş, zar 
varmış orasında, her ay kan akacakmış o zarın 
deliğinden, delik küçükmüş ama evlenince 
kocasıyla yatacakmış o zaman büyüyecekmiş 
o delik, o zaman 
karnı hiç ağrımayacakmış..... 
Yula anlattıkça midesi daha çok bulanıyor, 
başı fırıl fırıl dönüyor, gözlerinin önü simsiyah 
oluyormuş. Zor kaçmış ordan eve, hemen kendini 
masanın altına atmış ama sığmıyormuş oraya 
artık hem kızıyormuş annesi gene 
üstün kirleniyor diye, geri çıkmış doğruca 
hamama girmiş soğuk suyu açmış bakraç 
dolunca buz gibi suyla orasını yıkamış, yıkamış ....
 
Gece çok ateşlenmiş Bulut...ne yaptılarsa 
düşürememişler ateşini. Sabaha karşı şoför Cano’yu 
getirmiş babası. Battaniyenin arasında arka 
koltuğa yerleştirmişler Bulut’u doğru 
hastaneye götürmüşler. 
Doktor muayene etmiş, sırtını göğsünü dinlemiş, buz 
gibi elleriyle yeni kabaran memelerine dokunmuş 
Bulutun, ağzını açıp boğazına bakmış o zaman görmüş 
Bulut gencecik doktorun bal gözlerini, incecik 
bıyıklarını, gamzeli çenesini... ateşten zor 
açabildiği kocaman mavi gözleriyle o an orda 
sevmiş onu... 
 
 
zatürre demiş doktor, hemen hastaneye 
yatırmışlar. 
Deliye dönmüş Bulut sevinçten. Daha çok 
görebilecekmiş doktoru, bal gözlerini, 
gülümseyen dudaklarını.... babası her 
akşam dükkanı kapatır, 
elinde ya meyve ya da taze çiçeklerle gelirmiş 
odasına. O gelince doktor da gelir, 
Bulutun sağlık durumundan konuşurlar, 
babası biraz da devletin 
kızına bakacak olmasından dolayı ezilerek 
dükkanını ve işlerin eskisi kadar iyi gitmediğini 
anlatır, genç doktor da babasının sırtını 
sıvazlarmış babacan bir 
tavırla, üzülerek... daha bir sevmiş Bulut doktoru 
her geçen gün... daha bir alışmış. 
Vaktini az geçirse, gelmese, geceliğiyle 
yataktan kalkıp kapılarda bekler olmuş. 
İlk defa çarpmış yüreği böylesine, 
ilk defa utanmış oğlanlara donunu gösterdiği 
çocukluk günlerinden.
 
 
günler geçmiş taburcu olma günü gelmiş. 
gene ağlamaklı, gene buruk veda  
etmiş doktoruna babasının kolunda. 
otobüs durağına giderlerken Priştine'nin  
tozlu ana caddesindeki tek şapkacı dükkanının 
vitrininde görmüş onu : pirinç kısa bir kaidenin 
tam ortasına konmuş, küçük bir yuva biçiminde, 
üzerinde tüylerden küçük bir kuş bulunan kadife 
bir şapka.. gözlerini şapkadan alamadan 
az yürümüş babasıyla, dayanamamış geri 
dönüp dayamış ellerini vitrine. işte orda, 
ona bakıyormuş ışıl ışıl.. bir de fiyatına 
bakmış korka korka.. ümitsizlikle içi 
burulmuş Bulutun.. babası bekliyormuş yanına 
koşmuş  dönmüşler eve. 
 
ama ne doktor ne de kuşlu şapka bir an olsun 
çıkmamış bir daha Bulutun aklından. rüyalarında 
görür olmuş.. başında kuşlu şapka şehre iniyor, 
doğruca hastaneye gidiyor, doktor kapıda bekliyor, 
koşup belinden sarılıyor Bulutun, havalara kaldırıp 
çeviriyor eteklerini uçuşturarak,mutlulukla 
yürüyorlar kolkola tozlu caddede, kayboluyorlar... 
 
 
aynı rüyayı her gece görüyormuş bulut. gece 
erkenden mutluluk ve umutla  
yatağa giriyor, rüyasını görüyor ama sonra 
kan ter içinde ağlaya ağlaya  
uyanıyormuş her defasında. iyice içine kapanmış 
yemez içmez olmuş. para bulmalıymış, 
parası çok parası olmalıymış, o şapkayı almalıymış 
alıp takmalıymış dayanmalıymış doktorun 
kapısına.. para.. para ... 
beyni uğulduyormuş düşündükçe. 
dayanamamış bir sabah, erkenden kalkıp giyinmiş,  
kilometrelerce yolu yürüyerek daha dükkanlar 
açılmadan gelmiş şapkacı dükkanının kapısına. 
işte ordaymış... kuşlu şapka ... onun kuşlu şapkası... 
orda ne kadar durduğunu kimse bilmiyor. 
kendine geldiğinde yağlı suratlı  
babası yaşında şişman bir adamı kendine 
bakarken görmüş Bulut.. 
adam iştah ve merakla Bulutu süzüyor, 
boyasız kundurasına, çiçekli basma entarisine,  
mavi kurdeleli kumral saçlarına bakıyormuş... 
arada bir de baktığı yöne.. kuşlu şapkaya. 
duramamış, yanına yanaşmış. 
 
- Alayım mı o şapkayı sana... çok mu sevdin ? 
 
ses çıkaramamış Bulut. sadece yutkunmuş. 
babasına benzetmiş adamın sesini bir an. 
adam dükkana girmiş bir iki dakika sonra da 
elinde kocaman bir kutuyla dışarı çıkmış. 
Bulut heyecandan titreyen elleriyle kutuyu  
koparırcasına açmış.. işte avuçlarındaymış 
kuşlu şapka. özenle takmış mavi  
kurdeleli başına vitrinin camındaki hayaline 
bakarak. mutluluktan uçarak dönmüş adama 
sarılmış sevinç ve minnetle. gitmek, bir an 
önce doktora koşmak,şapkasını göstermek, 
koluna girip caddelerde dolaşmak istemiş 
gururla.. adam elinden tutup çekmiş Bulutu 
yandaki otelin kapısına. 
 
-         Gel ... sonra gidersin gideceğin yere.
 
Bulut mutluluktan başı dönerek girmiş otelin loş 
kapısından içeri. 
Nemli loşlukta kaybolmuş şapkanın parlak tüyleri... 
 
II.

kırmızı suni deri eteğini sıyırarak tuvalete daldı Hicran... 
ya da yeni sermaye adıyla Nergis.. 
iğreniyordu şu adamlardan. nerden düşmüştü 
buralara. ne çok  sevmişti Kadiri. ne ümitleri vardı. 
evleneceklerdi, çocukları olacaktı,  sobayı yakacaktı 
Kadir o daha uyurken, kalkıp çay koyacaktı 
beraber kahvaltı edeceklerdi. sonra Kadir işe gidip 
akşam geri dönecek, onu alıp sahildeki çay bahçesine 
götürecek, limonatalar dondurmalar alacaktı. 
geç vakit eve dönecek, gene soyunup yatacak, 
gene sevişeceklerdi. ne umutlarla gelmişlerdi 
köyden Istanbul'a. ama olmadı. 
Kadir iş bulamadı, her gece dövdü onu hıncından, 
ağzını burnunu kırdı, ağladı her seferinde 
kucağına kapanarak affet seviyorum diye.. 
ama olmadı. içkiye alıştı parasızlıktan, 
boşluktan sonra da esrar çekmeye başladı. 
para bulmak için de ağlamaktan gebere gebere 
Hicranı sattı sonunda kerhaneye. 
işte şimdi günde onbeş yirmi adamla yatıyordu 
Kadirim kocam diye diye.. adamlar soruyordu 
Kadir kim kızım benim adım Kadir değil nerden 
çıkardın, boşver abi diyordu sen iş tutmana bak.. 
iş tutuyordu Hicran, para kazanacaktı, çok parası 
olacaktı, gidip Kadirin suratına firlatacaktı paraları, 
al, al bunun yüzünden sattın beni diye... 
musluktan akan suyla yıkadı orasını dantelli 
donunu düzeltti, burnunu çekerek çıktı duvarları 
yosun tutmuş heladan. 
 
o zaman farketti onu. hep görüyordu tuvaletin 
kapısında kara bir karaltı 
gibi ama ne bir kere
konuşmuş ne de yüzüne bakmıştı daha. 
önüne parayı 
bırakırken kadının koskocaman ıslak mavi gözlerini, 
bembeyaz saçlarına dolanmış rengi soluk mavi 
kurdeleyi gördü, başındaki ağarmaktan 
yeşilimtrak bir renk almış garip tüylü şapkaya 
merakla baktı. hep böyle bir şapkası olsun istemişti
köydeyken. boyalı dergilerdeki kadınların 
başlarında vardı böyle şapkalar. süslü zengin 
kadınların. bir zamanlar kimbilir ne muhteşem bir 
şapkaydı diye düşündü imrenerek. yutkundu. 
bembeyaz saçlı tuvaletçi kadın oturduğu yerden 
kalktı ağır ağır. Hicranın/Nergisin karşısında dikildi. 
gözgöze bakıştılar iki kadın sessizce birkaç saniye... 
sonra başındaki rengi bozarmış şapkayı sanki kırılgan 
bir nesne tutuyormuşcasına özenle başından 
alarak Hicranın başına koydu Bulut. bir damla tuzlu 
gözyaşı döküldü buruşmuş yanağından, gülümseyen 
gözleriyle hayran hayran baktı gencecik sermayeye. 
 
- Git ... dedi. Kadirini bul. Size yazık olmasın. 
 
ellerine sarıldı Hicran kadının. minnetle öptü 
çamaşır suyu ve sidik kokan titreyen 
ellerini. 
 
o gece Bulutun cenazesi yüzünde solgun bir 
gülümsemeyle öldüğü tuvalet kapısından kaldırılırken 
kimse damdan dama atlayarak kerhaneden kaçan 
kuşlu şapkalı sermayeyle ilgilenmedi. 

Mercan Dilek Anıl

09.09.2001

 

5 Şubat 2009 Perşembe


Gözlerim...

Toprağa dokundum önce. Sonra gözlerimi bıraktığım denizfenerine bir kez daha baktım. Orada, tam martıların bağrıştıkları yerde duruyorlardı. Gençtiler. Daha önce hiç görmediklerini görecek kadar heyecanlıydılar. Beklemişlerdi hep. Ait oldukları can aldatıldığında, geceleri ağladığında yanında değillerdi. Hala, masum ve çocuksu yılların pembe yaşamlarında, hala hüzünlerden uzak, hala küçük bir can gibi duruyorlardı fenerin üzerinde.
Onları çok özlemişim meğer diye düşündüm bir an. Onlara hiç haksızlık yapmadım. Sakındım görecekleri her ihanetten, yalandan. Özlemişim meğer, tuhaf bir hasretliktir adı artık gözlerimin bana yabancı kalması. Yine eskiden olduğu gibi heyecanla, parıldayarak bakmaları için uzanıp almak istedim asılı durdukları yerden. Bendeki buğuyu çözmelerini istedim bir an olsun. Önümde uzanan maviyi, herşeye rağmen bembeyaz feneri, ardımda eşlik eden yeşili kıskandım. Sudaki balığı, hayatını maviye boyamış martıyı kıskandım.
Gözlerim, çok eski bir aşkı anlatıyordu fenere. Kıpırdamadan durdum unutmak istediğim istasyonlarda kalan anılarımla. İlk hecesini anlatırken, içimden binlerce kez tekrarlamıştım bile adını... Fener, geceyi bekliyordu gözkırpmak için sabaha, gözlerim uykuya hasret bekliyordu geleceğim günü...
Uzattım ellerimi. "İşte" dedim, ait olduğun kalp burada, yanında şimdi." Unutulmuşluğun, kırılmışlığın verdiği ıslak ve dökülmüş yüzüyle baktı bana. Hiç anlayamacağı kadar ölmüştüm aslında birkaç saniye önce, bana baktığı ilk anda. Fenerin üzerinde asılı duran gözlerime uzanıp herşeyi anlatacaktım eğer beni affedecek olsa. İki kayıp sevgili gibi baktık birbirimize uzun uzun. Önce benim yüreğim ağladı. Önce bendim binlerce kez düşüp, kalbini elinde taşımış olan; kırılmasına izin vermemek için kırılan.. Parçalarından yeni bir şeyler yaratmak için tüm kayıplarını koruyan....
Neden sonra mırıldandı fenerin üzerinden "neredeydin?" diye sordu.." Neredeydin bu kadar yıldır?.."
Eğer dokunacak kadar gücüm olsaydı gençlik yıllarıma, sözcüklerime gerek kalmayacaktı. Eğer, umutlarımın hepsini borç vermemiş olsaydım dostlarıma, sarılırdım gözlerime sımsıkı. Hala masum kalmış pırıltısında eridim dakikalarca. Anlatacaklarında; ihanetin, yalanın, maskelerin, hesapların ve kirlenmişliğin adı bile kalmayacaktı eminim. Küçük bir çocuğun annesine dokunan elleri vardı üzerinde. Yalındı. İki tomurcuktular, beyazın ve mavinin ortasında. Eğer bilseydim anlayacağını, seni sevdiğim için yaşatmadım tüm yaşatılanları!" diye başlayacaktım anlatmaya ilk önce.
Onları çok özlemişim. Onsekizimde bu fenerde bıraktığım gözlerime son bir defa baktım. Hala eski tertemiz çocuğumdular.
Kalbimin yarısını bırakıp fenerin dibine, kaybolasım geldi içimden. Uzatacak ellerim bile yoktu belki de.
Birgün, tanışacağı bir başka çift göz, anlatacaktır eminim neden benden ayrı kaldığını.
Anlayacaktır, ait olduğu kalp severse, herşeyini vererek sever başka kalpleri.
Bir adım attım geriye. Sonra bir adım daha. Uzaklaştıkça beyaz, mavi ve gözlerim...içimden tekrarlayıp duruyordum:

"Seni hep seveceğim!"

MDA
26 Kasım 2001 Pazartesi

30 Ocak 2009 Cuma


yalova vapuru..
bir telaş uyandım bu sabah. parlak sarı acıtan İstanbul güneşinin tozlu camlarımdan günaydın dediği bir güne. dışarıda koşuşan biryerlere yetişmeye çalışan mutlu mutsuz umutlu umutsuz yürekli yüreksiz insanlar, keşmekeş trafik, teypte acı acı bağıran bilmediğim sesli gurbette bir adam, kibritle yakılan ilk sigaranın ilk dumanının ciğer yakan tadı, demli çaya özlem ve ilkbahar kıpırtıları. attım kendimi Kabataş'a.


ne güzel de süzülür şu vapurlar iskeleye yanaşırken. dişi kediye yanaşan azgın mart kedileri gibi değil de daha çok kalem satarken aslında başının okşanması için yüzüne buruk bakan kirli sokak çocukları gibi yanaşırlar usul usul. hep bir başlangıç vardır o yanaşmalarda, kalacaktır ya o iskelede az da olsa. hep sevinilir o yanaşmalara az sonra ayrılığın acısı düşünülmeden. neden düdük çalar vapur iskeleden ayrılırken ? vedamıdır arkada kalanlara, binip de çekip de gidemeyenlere ? azıcık da nisbet yapar gibi alır yükünü, yaralısını sıracalısını, çocuklusunu, yalnızını, yükler ciğerlerine savuşur gider daha bir keyifle. ayrılık acısıdır her vapur düdüğü. ayrılıkları sevmem çekip giden ben olsam bile. geride benden kalır ne çok şey ya da ben bilip bilmeden alıp götürürüm yüreğimde gerekli gereksiz pek çok acı, ihanet, hüzün, aşk... sevmem.


işte güvertede yer buldum. ne kadar da kalabalık şu Yalova vapuru. bahar rüzgarını hissederek yüzümde baksam uzaklara, dalgalara, köpüklere, kalksa hemen, düdük çalmasa, acıtmasa, hatırlatmasa... kitabımı açtım okumuyorum aslında sayfa bana ben ona bakıyoruz. almıyor aklım başka yerdeyken. bir ayrılık hüznü, belirsiz, belki bir kavuşma sevinci derken .... geldiler.


önce o sarışın boyalı kadınla lacivert takım elbiseli adam. kadın gülümsüyor eğildi adama birşey dedi tam karşıma köşeye oturdular yanyana, adam tesbihini şakırdattı pantalonu hafif çekti otururken. diz izi yapmasın. sigara yaktılar adamın cebinden Ronson çakmakla kadın savurdu dumanı içine çekmeden gene eğildi adama birşey dedi bana baktılar kıkırdadı kadın.


bakmıyorum. yalan. bakıyorum dosdoğru. kadın topuklu terliğini parmağının ucunda sallıyor bacak bacak üstünde. incecik hırkasını az kaydırıyor omuzundan, mahsus, omuzu görünüyor sarı elbisenin kolsuz kısmından, çay içiyorlar hadi birer sigara daha, gene kulaktan kulağa, gene fısırdaşma, gene kıkırdaşma, sigara kırmızı malboro, sohbet sıkı, sıkılıyorum bir sigara da ben yakıyorum.


sonra farkettim. kitabımdan 1 sayfa okumaya mağlup olmuşken, gelmişler. tam karşımda kocaman 2 kara göz. eşarbı kaymış başından saçları yeşil sabundan kıtık kıtık. elbisesini çekiştiriyor kıpkırmızı elleriyle kıvırıp kucağına koyduğu naylon torbayı düşürmemeye çalışarak. yan gözle bakıştık, gülümsedim. ne güzel dişleri var belirsiz güldü. yanındaki oğlana kaçamak bir bakış, tekrar güldü. ismi ya Yeter ya Havva olmalı. en fazla 18. havada bir çiçek kokusu, bir yosun kokusu başım dönüyor, başımı çeviriyorum, o da bana bakıyor nasırlı kocaman elleriyle. o da en fazla 18 ama çalışmaktan azmış vücudu, genç irisi, kirli beyaz buruşuk gömleğinin cebinden maltepe çıkarıyor önce kendi yakıyor bana da tutuyor. aldım. özlemişim.


Havva boyalı kadına bakıyor, gene kaçamak, ama bende karar kıldı. en çok bana, gümüş bileziklerime, uzun eteğime, açık başıma, saçlarıma, süzüyor. oğlana sokuluyor arada bir, dayanamadı uzandı elindeki bitmeye yüz tutmuş sigarayı aldı, bir fırt taaa ciğerinin köküne kadar, kaptı oğlan tekrar, kızıyor, atıyor yere basıyor rengi kaybolmuş kaçıncı el ayakkabılarıyla. ama hep sokuluyor o da. omuz omuza. ne güzel...


uzun zaman dışarı baktım. dalgaları göremiyorum duyamıyorum ama biliyorum ordalar. akıyorlar geçmişten geleceğe, geleceğime, belirsiz kaygan, tüm umutlarımı peşlerine takarak, derinlere batırarak coşkuyla akıyorlar. yeniden çıkacak mı o umutlar derinlerden, yüzeyde dolanacak mı yosunlarla karışık, hala belirsiz ama coşkulu öyle, o dalgalar gibi, öyle saf duru beyaz ve berrak .... yorgunum.


dalmışım gelmişiz. karşılanma heyecanı duymayana ne sebep mutluluk verir ki yanaşma duygusu? içimde bir kıpırtı, yüreğim ağzımda pıt pıt derken duydum onun sesini. 'Nüfus cüzdanını aldın değil mi?' ben o vapurdan hala inemedim....


mercan dilek anıl

Eylül 2000


Ben... Ayçiçeği.


Bana dair... bize dair.

Ben,Yeni bir güne uyanmış ve güneşe yüzünü dönmüş bir ayçiçeği kadar mutlu, umutlu...
Ben,Beslendiği toprağın renklerine bezenerek dalında dişlenmeyi bekleyen bir mür kadar yeniden taze...
Ben,Bir bakır kalaycısının kaplarındaki ayna parlaksılığında ışıldayan bir ışık...
Ben şimdi, sana aşık, sana tutkun bir dönenceyim...Dondüğün yöne yönelerek devrini tamamlayabilen...
Sen,Çocukluğumda kaybedip geç yaşımda bulduğum bir Al-Hamra kokusu,
Sen,İlk genç kızlık yıllarımın cumbalı evi, leylak bahçesi, çifte kavrulmuşu..
Sen, her gece rüyalarımda buluştuğum sevgili, ilk kaçamak öpücük, ilk kalp ağrısı...
Sen,Beni hayata yeniden başlatan, bakamadıklarımı gösterensin..
Seni herşeyden çok, gönüllerce seviyorum.. Keşke daha fazla sevebilmem mümkün olsaydı ama henüz kainatın sınırları yok...Belki şah damarımızdan da yakındır..O halde... damarımda atan sensin. Herşeyimsin...
mda
Ocak 2009